Elif Şafak: On Dakika Otuz Sekiz Saniye
müzik önerisi:https://www.youtube.com/watch?v=bZ_BoOlAXyk
'Okuduğumuz kitap bir yumruk gibi bizi uyarmıyorsa ne işe yarar?' demiş Franz Kafka. Kitaplar bilgi edinmek konusunda mükemmel birer kaynak olduğuna ve bilgi bu gezegendeki en güzel uyarıcı olduğuna göre, 'sonuna kadar katılıyorum sana Kafka!' diye haykırmak istiyorum.
Elif Şafak'ın son kitabı bana bir yumruk attı mı? Kesinlikle.
Bir hayat kadınının ölümünden sonraki on dakika otuz sekiz saniyeyi 380 sayfada anlatıyor Elif Şafak. Onun hayatının derinliklerinde geziniyoruz. Dostlarıyla tanışıyoruz. İstanbul'un karanlık ve yutucu yanlarından geçiyoruz. On dakika otuz sekiz saniye, son dönem araştırmalarına göre bir insanın ölme anından sonra beyin ölümünün gerçekleştiği süre.
Kitabı okurken bana geçen hisler çokça gerçeklere ve hüzne dairdi. Hayatın çok acı ve adaletsiz yönleri var. İnsanlık öldüğünde ve cehalet doğduğunda insan hayvanlaşmaya başlıyor. En kötüsü farkına bile varamıyor. Cehalet nedir peki? Bunu açabiliriz. Birçok anlama ve yola varabiliriz. Bence ama cehalet en çok insanın farkına varamadığı ve bastırdığı duygulardan açığa çıkıyor. Bir de kesinlikle bilgisizlikten. Zaten insan kendisini bastırdığı müddetçe gerçekten bilgiyle dolabilmesi mümkün mü?
Kitaptan çok fazla detay vererek heyecanınızı kaçırmak istemiyorum. Ve en vurucu kısmını alıntılamak istiyorum:
'Sıvı bir şehirdi İstanbul. Nehir gibi, deniz gibi, okyanus gibi sudan müteşekkil. Hiçbir şey daimi değildi burada. Hiçbir şey sabit gelmezdi insana. Binlerce yıl önce, buz örtüsü eriyip deniz seviyeleri yükseldiğinde, dalga dalga gelen sel suları bilinen tüm hayat biçimlerini yok ettiğinde başlamış olmalıydı şehrin bu değişken ve delişmen tabiatı. Kötümserler bölgeden ilk kaçanlar olmuşlardı muhtemelen; iyimserlerse bekleyip hadiselerin nasıl gerçekleşeceğini görmeyi tercih etmişlerdi. Nalan inanıyordu ki, insanlık tarihinin sonu gelmez trajedilerinden biri, kötümserlerin hayatta kalma konusunda iyimserlerden daha başarılı olmasıydı. Eğer bu doğruysa zaten insanlık, insanlığa inancı olmayanların genlerini taşıyordu.
Seller geldiğinde, dört bir yandan birden bastıran su, önüne çıkan her şeyi boğmuştu-hayvanları, bitkileri, insanları, Karadeniz bu şekilde oluşmuştu; Haliç, İstanbul Boğazı ve Marmara Denizi de. her yana akıp giden sular hep birlikte bir avuç kuru toprak parçası yaratmışlardı-günün birinde orada muhteşem bir metropol kurulacaktı.
Memleket dedikleri bu topraklar işte böyle oluşmuştu ve hala, bunca yüzyıllar sonra bile katılaşmış, oturmuş değildi. Gözlerini kapattığında suyun ayaklarının altında kaynaştığını duyabiliyordu Nalan. Kıpır kıpırdı, dönüp duruyordu, bir şeyler arıyordu.
Kendini arıyordu. Hikayesini.
Her gün, her an değişiyordu İstanbul, göz açıp kapayıncaya kadar... Değişmeyen tek şey insanın insana duyduğu bağlılıktı.'
Çok doğru değil mi? Her an her şey, her mekan ve unsur değişebilir. Ama insanın insana duyduğu bağlılığın değişmesi çok zor. Kitabın ana karakteri olan Leyla ve beş kadim dostu bizi hikayeleri ve hayatlarındaki kesişimleriyle bu noktaya sürüklüyor. İnsanlar, karanlıklara inat, cehalete inat, tüm kötülüklere inat birbirlerine tutunabilirler.
Bir kitap yazısının da daha sonuna gelmiş bulunmaktayız.
Neşe ve sevgiyle kalın...
DİLARCE
Yorumlar
Yorum Gönder